11 Mart 2014 Salı

ELİF AZRA

Sen güldün...

Kötü insanlar tanıdım zamanla
Tanıdığım insanların kötü yanlarını gördüm
Büyüdüğüm yerlerin tehlikeli olduğunu fark ettim
Hiiç sorulamamış sorularım kaldı köşede
Beynimi donduran gerçekler,
Yüreğimi ısıtanları geçti sayıca
Hayal kırıklıklarım bitmek bilmedi

Sonra sen güldün...

Sıcacık oldu yüreğim
İnsanlar hala kötü
Buralar hala tehlikeli
Köşede bekleyen sorularım hala cevapsız
Ama yüreğim sıcak artık.

Bir çocuk gülüşünde buldum
Umudu...
Sen güldün
Bütün çocuklar böyle gülsün istedim
Bir çocuk gülüşün öğretti bana
Kötülüklerle mücadele etmeyi
Yeryüzündeki tüm güzellikler için

O güzel gülüşün...





6 Ekim 2012 Cumartesi

BİR KOMANDO SUBAYI' NIN KALEMİNDEN;


Sunday, 15 February 2009 

 (Alıntıdır...)

....ili kırsalında teröristlerin dur ihtarına
ateşle karşılık
vermesi
sonucu çıkan çatışmada.güvenli görevlisi şehit
oldu.

Ya da

......ilinde devriye görevini yerine getiren
..aracına açılan
ateş
sonucu..güvenlik görevlisi şehit oldu.

Ya da

......ili kırsalında teröristlerce döşenen
mayının patlaması
sonucu.asker
yaralandı..

Bu nasıl başlar biliyor musunuz?

Hava o kadar sıcaktır ki beyninizdeki sıvının
buharlaşıp uçtuğunu
düşünürsünüz. Oluştuğu anda kuruyup giden ter
damlacıklarından
geriye
kalan tuzlar yüzünüzün ve hatta elbisenizin her
yanını kaplamıştır.



Avucunuzun içindeki ter, yüzünüzdeki gibi kolay
kurumadığı için
elinizdeki tüfeğinizin metal kısmı avucunuzun
içinde vıcık, vıcık
oynar.
Ter ile ıslanan çeliğin kokusu avucunuzun içine
ve elinizi
sürdüğünüz
her
yere siner.

Önünüzde yürüyen adamın, ayağının kuru toprakla
her temas
edişinde
çıkan toz, ağzınızın kupkuru olmasına ve zor nefes
almanıza sebep
olur.

Sırt çantanızın askı kayışları yüzünden
omuzlarınızı
hissetmezsiniz.
Kült
ağrıları ancak çantayı sırtınızdan
çıkardığınızda fark edersiniz.

Bastığınız her taş parçası, her çalı ve bir
ayağınızın
kaplayabildiği her
yeryüzü parçasından çıkan sesi duyarsınız..
Sonra, kendi teçhizatınızın ve önünüzdeki
arkadaşınızın ve
arkanızdaki arkadaşınızın teçhizatlarının
çıkardığı düzensiz
seslerin her birini
ayrı
ayrı duyarsınız.



Ve aynı anda önünüzdeki arkadaşınızın nefes
alışlarını
duyarsınız,
öksürmesini ve hapşırmasını da duyarsınız.

Telsizinizden çıkan seslerin ve cızırtıların her
biri ayrı ayrı katılır bu senfoniye.

Ter ve tozun birleşmesinden oluşan kaygan çamur,
postalın
içindeki
tüm ayağınızı kaplamıştır, çoraplar önce su
toplayıp sonra
patlayan
yerlere
adeta bir deri gibi yapışmıştır.

En çok yapmak istediğiniz şey ayaklarınızı
yıkayıp, çoraplarınızı
değiştirmektir. Ama bu çok büyük bir lükstür o
anda.

Çünkü...

Çünkü hangi çalının dibinde, hangi kayanın
arkasında sizi
beklediğini bilmediğiniz ihaneti arayıp bulmanız
ve yok etmeniz
gerekmektedir.

Bütün masumların hayatı ve huzuru size emanet
diye, öğretmenler
bayrak direğine asılmasın diye, kundaktaki
bebekler
kurşunlanmasın
diye, binlerce yıllık emanete halel gelmesin
diye kahpeliği ve
ihaneti yok etmeniz gerekmektedir.



Çünkü bunun için bayrağın, silahın, namusun ve
şerefin üzerine
yemin etmişsinizdir.

Çünkü önemli olan ayağınız değil, ülkeniz,
bayrağınız ve
onurunuzdur.

İşte bu yüzden lükstür ayak yıkamak, çorap
değiştirmek. İşte bu
yüzden senfoniye dönüşmüştür bütün o düzensiz
sesler güruhu.

Sonra!..

Sonra birden tüm sesler kesilir, bıçağın dalı
kestiği gibi,
makasın kâğıdı, pensenin bir hoparlör kablosunu
kestiği gibi...
Bir
anda...
Kuşların sesleri, arıların ve sineklerin
vızıltıları, çekirgenin
kanat sesleri hepsi bir anda biter.

Gözlerinizi açtığınızda önünüzdeki arkadaşınızı
değil, gökyüzünü
görürsünüz, yere düşmüş olduğunuzu anlamanız
birkaç saniye sürer.



Tek hissettiğiniz kesif bir barut ve yanık et
kokusudur,
yüzünüzün
toprak
parçalarıyla kaplandığını fark edersiniz,
temizlemek için
çalışmazsınız.

Arkadaşlarınızın bağırarak koşuşturduğunu görür
ama kulağınızdaki
çınlama ve uğultudan seslerini duyamazsınız. Sesleri
yavaş yavaş
duymaya
başladığınızda ayağa kalkmaya çalışırsınız ama
başaramazsınız.

Yine birkaç saniye sonra arkadaşlarınızın
sesleri arasında
'mayın'
kelimesini ayırt eder ve kalkmaya çalıştığınızda
ayağınızdaki
yoğun ağrıyı fark edersiniz.

Ayağınız yoktur ama yine de ağrıdığını
hissedersiniz.

Ne olduğunu anlamak için baktığınızda ise
parçalanmış
pantolonunuzun
ve kopmuş ayağınızın farkına varırsınız. İşte her
şey o anda başlar.



Avazınız çıktığı kadar bağırırsınız. Sonra,
nefesiniz biter.
Sonra, yeniden nefes alırsınız ve yeniden
bağırmaya başlarsınız.
Sonra yine nefesiniz biter ve yeniden, yeniden
ve yine...

Yanınıza ilk gelen arkadaşınız size, 'fazla bir
şey yok, sadece
küçük
bir
yara' gibi telkinlerde bulunur. Ama siz
arkadaşınız konuşurken
de,
helikopterle hastaneye götürülürken de artık bir
ayağınızın
olmadığını biliyorsunuzdur. Hep bir soru çınlar
kafanızın içinde
'neden ben,
neden
ben, neden ben ?'

Hastanede geçen aylar, tedavi ve terapilerde
geçen yıllar
sonunda,
dizkapağınızın on iki santim altından takılı
olan ve her akşam
yatarken
veya banyoya girerken çıkarıp kenara koyduğunuz
takma bacak artık
bir uzvunuz olmuştur.

Ama bunun önemi yoktur çünkü bu fedakârlığınız
sayesinde vatan
var
olacaktır. Sizin bir bacağınızın ne önemi vardır
ki!

Artık koşamayacak olmanızın, yazın herkes gibi
havuza, denize
giremeyecek olmanızın da hiç önemi yoktur. Vatan sağ
olsun yeter.

Sonra birilerinin, sizin ödediğiniz vergilerle
Fransız
televizyonlarında,
uğruna yarım kaldığınız vatan hudutlarını hiçe
sayan programlara
finans
sağladığını okursunuz. Aynı dillerin bundan
pişmanlık
duymadıklarını söylediklerini de okursunuz




Türk Bayraklarının yakıldığını, görürsünüz.
Başlarına çuvallar
geçirilip
aşağılanarak elleri arkalarından bağlanan Türk
askerlerini
görürsünüz.

Bu aşağılanmaya cevap verecek tankların motor
seslerini,
helikopterlerin kanat seslerini, piyadelerin intikam
yeminlerini
duymayı beklersiniz ama duyamazsınız.

Onun yerine hainlerin cesetlerinin üstüne
örtülen çaputlara
'bayrak'
diyenleri görürsünüz, 'uçaklarını çek', 'valiyi
çek' diyen
başkanları
ve
karşılarında kekeleyen riyaseti görürsünüz.

Yok, yok bu da yetmez. Askere, polise, öğretmene
ateş eden, yol
kesip soygun yapan, köy yakan, okul yıkan, mayın
döşeyen
teröristlerin
sadece
'ben bir şey yapmadım' demelerinin esas kabul
edilip, 'suçsuz'
sıfatıyla
serbest bırakıldığını görürsünüz.



Susanları, konuşması gerektiği halde susanları
görürsünüz,
konuşanlar
her konuştuğunda, kekeleyenler her kekelediğinde ve
susanlar her
sustuğunda siz yeniden vurulursunuz, yeniden
ölürsünüz her defasında.

Gövdenizden o toprağa akan kan, bu defa içinize
akar,
inandıklarınıza, uğrunda savaşarak kendi
kanınızı akıtmak
pahasına
tertemiz tuttuğunuz değerlerinize akar.

Sizin kaya arkalarında, çalı diplerinde
aradığınız ihanet gelir
aklınıza,
o mayınları yerleştiren eller gelir. Sorgulamaya
başlarsınız:
'Biz
bu ihaneti doğru yerde mi aradık, kuyruğunda
dolaştığımız yılanın
başı,
hep
gözümüzün önünde miydi yoksa?'diye sorarsınız
kendinize.

Onlara verilen maaş'ın sizin vergilerinizden
ödendiğini, içinize
sindiremezsiniz, uykularınız kaçar, neden bu
vatanı sizin kadar
sevmediklerini düşünürsünüz.



Bu vatan onların da vatanı değil mi?

Onlar da, tıpkı benim gibi namusun ve şerefin
üstüne yemin etmedi
mi?
diye sorarsınız kendi kendinize.

Sinirlenirsiniz, üzülürsünüz, on beş yaşında bir
askeri okul
öğrencisi iken her adımda söylediğiniz,
beyninize ve yüreğinize
nakşettiğiniz sözler gelir aklınıza': VATAN,
SANA CANIM FEDA'

Geri kalan tüm hayatınızın ilk beş dakikası,
böyle başlayacak
işte
ve hayatınız böyle devam edecektir. Son
nefesinize kadar
savaşacaksınız ihanetle, her şeye ve herkese
rağmen, bu yolda
ölene ya da bu ihaneti bitirene kadar.



Siz diyorum, çünkü bu vatan için bedel ödeyen
insanların neler
yaşadığını, neler hissettiğini, size rağmen ve
sizin için neler
yaptıklarını, neler yapabileceklerini bilin
istiyorum. Okuduğunuz
ya
da
televizyonda duyduğunuzdan daha fazladır
yaşananlar.

Yani aslında gazetelerin iç sayfalarındaki,
minicik karelerde
okuduğunuz;
'...ili kırsalında teröristlerce döşenen mayının
patlaması
sonucu,
bir güvenlik görevlisi yaralandı!' haberi
aslında o kadar da kısa
değildir.



Sizin, daha okuduğunuz gazetenin arka sayfasına
geçerken
unuttuğunuz,
falanca mankenin otel odası maceralarına, ya da
uyuşturucu komasından
ölen oğluna 'şehit' deyip Türk bayrağı örten kadının
haberine
ayırdığınızdan daha uzun zaman ayırmadığınız bu
küçük haber,
birileri için bir ömür boyu sürecek ve asla
unutulmayacaktı r.

Ve siz unuttuktan sonra da başka birileri, 'ne
için?' dendiğinde
'vatan
için' diyecekleri fedakârlıklarını size rağmen
yapmaya devam
edeceklerdir.



Sizin uyuşmuşluğunuza, duyarsızlığınıza rağmen,
sizin
rahatlığınıza, sizin vicdanlarınıza rağmen bu
kahramanca
fedakârlıklar ve bu ilk beş dakikalar yaşanmaya
devam edecektir.

Asla unutmayınız başınızın üstündeki egemenlik
örtüsünün
payandası
kopan bacaklar, bedeli ise size rağmen bu vatan için
akan kanlar,
feda
edilen canlar, sıcak yuvalarını, babalarının
yüzlerini unutan küçücük
çocuklarını düşünmeden vakfedilen hayatlardır.

Ne kadarını anlayabilirsiniz veya anlamak sizin
umurunuzda mı
bilmiyorum,
ama birileri bunları yaşadı, birileri hala
yaşıyor ve emin olun
yaşlı dünya döndükçe, Türk vatanı ve Türk
Bayrağı için birileri
daha tüm bunları yaşayacak.

Gördüğünüz gibi size bir hayli uzak bir yaşam
biçimi bu.
Masalarda
oturup 'aydınca' sohbetler etmeye hiç benzemiyor
değil mi?

Bir an için bile olsa kendinizi onların yerine
koyasınız diye
'siz'
diyerek yazdım, sizin onlardan biri
olamayacağınızı biliyorum.

'Siz' kim misiniz?
Siz kendinizi çok iyi biliyorsunuz!
Biz de, biz de sizi çok iyi biliyoruz.
'Siz' de bilin ki biz asla unutmayacağız.

'VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN

Ya-şa-mak

Düşünmeden hissedemezsiniz
Hissetmeden de yazamaz,
İyi bir eser bırakamazsınız dünyaya
Yaşanmışlıklarınız ya da hayalleriniz yoksa.
...
Umutsuzluğa düşmediyseniz
Umut uzakken bile umut dolu gözleri anlatamazsınız
Anlayamazsınız ki anlatabilesiniz.
...
Kazançlarınız ya da kayıplarınız yoksa
Üzülme yada sevinme imkanı da yok
...
Konusmuyorsanız yeterince diğerleriyle
Onların sesi de olamazsınız
...
Tatmadıysanız bu şehrin size verdiği tatları
Şehri de sevemez adına şiirler yazamazsınız
...
Yaşamak için geldiğiniz bu yerde
Yaşayan bir ölüyseniz
Sevemezsiniz tanrınızı da
...
Yaşamak lazım düşünerek, hissederek, severek...
Ş.A.

Three kinds of love


"Three kinds of love" (3 çeşit sevgi) (ALINTIDIR)

Dünyada sevilmek istemeyen kişi yoktur.
 

Ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyor muyuz?
 

Sevgi üç türlüdür.
 

Birincinin adı “Eğer” türü sevgi
 

Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek olan sevgidir. 

Eğer iyi olursan baban, annen seni sever.
 

Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim.
 

Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim.
 

Eğer beni seversen seni severim.
 

En çok rastlanan sevgi türü budur.
 

Bir şarta bağlı olan sevgi.
 

Karşılık bekleyen sevgi.
 

Alışveriş sevgisi.
 

Çıkar sevgisi.
 

Ne çok insan bunu sevgi sanıyor.
 

Sevilene, istenilen bir şeyin sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgi türüdür bu.
 

Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı; sevgi verme karşılığında bir şey kazanmaktır.
 

Evliliklerin pek çoğu “Eğer” türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor.
 

En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile “Eğer” türüne rastlanıyor; hem de bol miktarda.
 

Eğer onunla olursan seni evlatlıktan reddederim.
 

Eğer benim mesleğimi devam ettirirsen seni severim.
 

Eğer benim gerçekleştiremediğim hayallerimi gerçekleştirirsen seni severim. (Bu mesaj dolaylı olarak verilir.)
 

Eğer bana itaat edersen seni severim.
 

İnsanlar “Eğer” türü sevginin üstünde bir sevgi arayışı içindedir çünkü içgüdüsel olarak bunun sevgi olmadığını bilirler.
 

İkinci tür sevgi “Çünkü” türü sevgidir.
 

Bu tür sevgide kişi, bir şey olduğu, bir şeye sahip olduğu, ya da bir şey yaptığı için sevilir.
 

Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe veya koşula bağlıdır.
 

Seni seviyorum çünkü çok güzelsin / yakışıklısın.
 

Seni seviyorum çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki.
 

Seni seviyorum çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki.
 

Seni seviyorum çünkü beni seviyorsun.
 

“Çünkü” türü sevgi, “Eğer” türü sevgiye tercih edilir. “Eğer” türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan, büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş bir şeydir, egomuzu okşar. Bu tür sevgi, olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi, onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır.
 

Ama derin düşünürseniz, bu türün “Eğer” türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Bu tür sevgi de, yükler getirir insana. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklerine onlardan biraz daha fazla sahip olan biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama, sonsuz sevgi kazanma çabası ve rekabet girer.
 

Ailenin en küçük çocuğu, yeni doğan bebeğe içerler. Sınıfın en güzel kızı, yeni gelen güzel kıza içerler. Üstü açık BMW’si ile hava atan delikanlı, Ferrari ile gelene içerler. Evli kadın, kocasının genç ve güzel sekreterine içerler.
 

O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?
 

“Çünkü” türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz.
 

Bu tür sevginin güven duygusu vermeyişinin iki ayrı nedeni daha var. Birincisi “Acaba bizi seven kişinin düşündüğü kişi miyiz?” korkusu.
 

Tüm insanların iki yanı vardır. Biri dışa gösterdikleri, öteki yalnızca kendilerinin bildiği.
 

“İnsanlar sandıkları kişi olmadığımızı anlar ve bizi terk ederlerse” korkusu buradan doğar.
 

İkincisi de, “Ya günün birinde değişirsem ve insanlar beni sevmezlerse” endişesidir.
 

Toplumlardaki sevgilerin “Eğer” den sonraki çoğunluğu “Çünkü” türündendir ve bu tür sevgi, kalıcılığı konusunda insanı hep kuşkuya düşürür.
 

Peki, o zaman gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?
 

Ve işte sevgilerin en gerçeği!
 

Üçüncü tür sevgi, “Rağmen” sevgisidir.
 

Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında bir şey beklenmediği için “Eğer” türü sevgiden farklıdır.
 

Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas almadığı için “Çünkü” türü sevgi de değildir.
 

Üçüncü tür sevgide, insan “bir şey olduğu için” değil, “bir şey olmasına rağmen” sevilir. Ne muhteşem…
 

…..
 

Burada insanın, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine “rağmen”, olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor.
 

İşte yüreklerin en çok susadığı sevgi budur.
 

Farkında olsanız da, olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir.
 

……
 

Dünyadaki en büyük kıtlık, “Rağmen” türü sevginin yeterince olmayışıdır.
 

Çünkü insanların çoğu kendilerini sevmiyor. Sevmedikleri için de başkalarına sevgi veremiyor.
 

……
 

Bugün yaşamımızı sürdürebilmenizin nedeni, “Rağmen” türü sevgiyi şu anda yaşamanız veya bir gün bu sevgiyi bulacağınıza inancınızdır.

9 Şubat 2012 Perşembe

Nuran Teyze...

Kalbin küllenmeyecek bir ateşin içine girmişken,
Beynin soyutluk kapanına kısılıp kalmışken,
Tabiattan melül gözlerin hüznünü saklayamazken,
O mel'un dudaklar acı acı güler ya...

Utanır ölüm, metanetinin karşısında,
Utanır Azrail, vakar sahibi bu yüce yaratıktan,
Utanır dostların, avuntuya çabalamaktan,
Utanır yer ve gök bu Firaka sebep olmaktan...
Ş.A.
(06.02.2012)

5 Ocak 2012 Perşembe

Mısra (03.06.09)

Anlar vardır,mutluluğun doruklarında ağlatan
Hıçkırıklı bi mutluluk yaşadım
Kişiler vardır,uğruna kendinden vazgeçebileceğin
Vazgeçtim kendimden..!
Duygular vardır,bu kadar geç tanıştığın için pişman olduğun
Keşke tadabilseydim önceden bu bambaşka yarı annelik duygusunu
Bilme ihtiyacın vardır,öğretecek olanı asla önceden bilemeyeceğin
Sevmeyi , sevilmeyi senden öğrendim...
...Tanrının bize bağışladığı en güzel şey .... herşeyim... mısram...
Ş.A.

28 Aralık 2011 Çarşamba

Dunning-Kruger Sendromu

by Şennur Arslan on Friday, 24 December 2010 at 18:42

 Dunning-Kruger Sendromu (Alıntıdır)

Televizyon izlerken birilerine bakıp da "Ya bu adam bu sığlıkla nasıl buralara kadar gelebilmiş" diye düşündü-ğünüz oldumu hiç?
Ya da işyerinizde sizinle aynı ya da daha üst aşamada bir görevde olan bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı?; onlara
 bakıp "Bu cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez?" diye iç geçirdiniz mi?

Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD'li bu hissi çok yaşamış olacak ki, iki psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya attı:
" Ve bunun üzerine bir araştırma başlatıldı. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşıldı:
Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."


.         Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
·         Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimin-dedir.
·         Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
·         Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Bitmedi...

Cornell Üniversitesi'ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve klasik "Nasıl geçti?" sorusuna öğrencilerden yanıtlar istendi...

Soruların yüzde 10'una bile yanıt veremeyenlerin “kendilerine güvenleri” müthişti. Onların "testin yüzde 60'ına doğru yanıt verdiklerini" düşündükleri; hatta "iyi günlerinde olmaları halinde yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları" ortaya çıktı.

Soruların yüzde 90'ından fazlasını doğru yanıtlayan-lar ise “en alçakgönüllü” deneklerdi; soruların yüzde 70' ine doğru yanıt verdiklerini düşünüyorlardı.

Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning-Kruger Sendromu'nun metni yazıldı:

“İşinde çok iyi olduğuna” yürekten inanan ‘yetersiz’ kişi, kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz! Aksine her şeyin hakkı olduğunu düşünür!
Ancak bu ‘cahillik ve haddini bilmeme’ karışımı mesleki açıdan müthiş bir itici güç oluşturur.

‘Eksiler’ kariyer açısından ‘artıya’ dönüşür.

Sonuçta, ‘kifayetsiz muhterisler’ her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler…

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında ‘fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini beklerler... Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da ‘ihtiras eksikliği’ ile suçlanırlar..."


N'olur fazla mütevazi olmayın!...

"Siz de çevrenize şöyle bir bakın" diyeceğim ama eminim bu satırları okurken bile aklınızdan bir dolu yüz, bir dolu isim geçti...

Bence Dunning ile Kruger'in, bu çalışmalarıyla 2000'de, Nobel yerine Harvard Üniversitesi'nin Ig Nobel'ini alma nedeni "cahil olmamalarıydı".


Gönlümün nobelini bu ikiliye vererek yazımı Bertrand Russel'in bir sözüyle bitiriyorum:

Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.”